13. BÖLÜM
"YANIMIZA YARA KALAN."
Duman. Duman. Duman. Beş harf, iki hece, tek kelime. Sadece Duman. İs gibi, nefes gibi, anlık günah gibi... Kiremit bir çatının üstünden akıverip gökyüzünün yüklü bulutlarına takılan bir ateş dumanı gibi.
İsmi binlerce cümlede, onlarca farklı anlamda açıklanabilirdi.
Fakat hiçbiri bendeki anlamına denk düşemezdi.
Bende yaraydı, kandı, intikamdı, geçmişti, hatıraydı, saflıktı, on altıydı. Hepsinin tek kelimelik hali, Duman'dı. Onu bu kadar aklıma takan şey şu an yanımda nefes alıyor olması mıydı? Baktığım her yerde, yüzünü görüyor olmam mıydı? Ya da beni benimle yüzleştiriyor olması mıydı? O bana baktığında her ne oluyorsa, nefesi yanaklarıma dokunduğunda ellerim her neden terliyorsa, cesedi başında uyuduğum küçüklüğüm her neden uyanıyorsa, umurumda olmayacaktı.
Sinirle çıtlattığım parmağımı avuç içime doğru bükerken, oturduğum kiremit, ıslak çatının üzerinde biraz daha yükselttim omuzlarımı. Bir apartmanın çatısındaydık, zirvedeydik, yanımda Alanguva vardı. Dirseklerimizin birbirine dokunacağı kadar yakın mesafedeydik. Bacaklarımız çatıdan aşağıya sarkıyordu, hatırı sayılır uzunluktaki saçlarımla baş etmeyi bırakmış, birbirine çarpan ayaklarımıza bakıyordum. O telefon konuşmasından sonra direksiyonu buraya sürmüş, gördüğümüz bu apartmanın çatısına çıkmış, aceleci İstanbul'u izliyorduk.
Doğrusu İstanbul'u izleyen yalnızca bendim.
Duman, beni izliyordu.
"O kadar sessizsin ki," dedi uzun dakikaların sonunda, sesi, rüzgârı kırmıştı. "İstanbul'un sesini duyuyorum, rüzgârın sesini duyuyorum, sokakta, teneke kutusunun yanında cilveleşen iki kedinin sesini bile duyuyorum ama duymak istediğim sesi duymuyorum." Ona çığlıklarımı dinletsem, o zaman duymak istediği ses yine de ben olur muydum? "Neden sakinsin?"
"Sen hiç Ada'yı öldürmeyi istedin mi?"
Sesimi duymayı beklemiyor gibi derin bir soluk bıraktı. Eliyle sakallarını usulca sıvazladı. "İstemedim," diye düz, sıradan bir sesle yanıt verdi. "Nasıl kıyarım ben ona?"
Aşağıya baktım, başımı döndürmeye yetmemişti. Benim başım Duman'a bakarken dönmüyorsa, o başı hiçbir şey döndüremezdi. "Abim bana neden kıydı?" dedim bomboş, hissiz bir sesle. "Sen abisin de o neydi? Benim Ada'dan bir farkım mı vardı?"
Kaşlarını çattığını hissederek gözlerimi omzumun üstünden ona çevirdiğimde, doğru bir tespitte bulunduğumu gördüm. Kehribar hareleri, kirpik birikintisinin arasından, soğukça beni izliyordu. Gözlerimiz çarpıştığında maskelerimiz gevşedi. "Bana öyle bakma," dedi, rahatsız olmuş tavırla.
Bakmaya devam ettim. "Nasıl bakıyorum ki?"
Dudağını sertçe dişledi. "Öyle işte."
"Nasıl?"
Sanki damağında istemediği bir tat vardı ve yüzünü bunun için buruşturuyordu. Ben de gördüğü şey neydi, bilmiyordum ama gördüğü o şeye daha fazla bakamıyormuş gibi gökyüzüne dikti kızıl bir sonbaharı anımsatan gözlerini. "Küsmüş gibi, kırgınmış gibi, boynu bükük gibi."
"Kızgınım Duman, ne kırılacağım ona...”
Soğukça, küstahça güldü. "Ben ne gördüğümü biliyorum Mahşer. Beni aldatamazsın."
Sinirle yüzümü yüzüne doğru yaklaştırdığımda, nefesimi daha yakından hissettiğinden olsa gerek bariz bir şekilde gerileyerek tekrardan yuvasına indi göz bebekleri. "O abini siker atarım, bana bir daha sakın öyle boynu bükük bakma!"
Nefesi dudaklarıma yüklenmişti. Göz temasını bozmadan tısladım. "İkinizin de canı cehenneme!"
Tek kaşını yükselterek benim kızgın, asi, sinirli halime bakarak alnını sertçe alnıma vurdu. "Bakma öyle ateşli ateşli..."
"Sen niye taktın benim bakışlarıma!"
"Etkileniyorum çünkü."
"Geri zekâlı!”
Alnımı geriye doğru çektiğimde bana karşı koymayarak temasımızın kesilmesine izin verdi. "Bastıbacak."
"Sinir oluyorum sana!"
"Çatıdayız, doğru konuş benimle."
Dişlerimi sıktım. "Doğru, çatıdayız. Umarım düşersin."
Bir an durdu, ben de durdum. Bakışlarımız kesiştiğinde, ikimizin de aynı hatırayı anımsadığını hissettim. Homurdandı. "Bana son beddua ettiğinde, gerçekleşmişti.”
"Tekrar gerçekleşebilir o zaman, dikkat et.”
"Senin o güzel ağzınla dalaşmak ne zevkli, bir bilsen."
Beni sinir etmekten duyduğu hazzı merak ediyor muydum, hayır. İlgilenmedim. Cevap vermedim. Onunla vakit kaybetmeyecektim. Sessiz kalarak önüme döndüğümde, gözlerinin hâlâ bende olduğunu biliyordum. Şeytan, yine inindeydi. Birbirimize bakarken hissettiğimiz şey buydu; inimize giriyor gibiydik. Çünkü aslında birbirimize, birbirimizden tanıdıktık. Güneşin yonttuğu bir mağaranın içine hapsolmuştuk ve artık en kötüsü buradan çıkamıyor olmak değildi, buradan çıkmayı istemiyor olmaktı.
Sessiz sokaktaki çöp konteynerına çarpan rüzgârın sesi uğultulu bir şekilde kulaklarıma dolduğunda rahatsız olarak kızgınca homurdandım ama neye kızgın olduğumu bile bilmiyordum. Çenem, dişlerimi sıktığım için o kadar fazla ağrıyordu ki. Çenemi sıvazladım. "Hay sıçayım şarabına çanağına!"
Sabır çekti. "Sakinleş biraz."
Ben sakindim. Tamam, aslında o kadar da sakin değildim ama bu onu hiç alakadar etmezdi. Ayaklarımı daha seri, stresli bir şekilde sallandırdım. "Sana soracak değilim."
"Abini öldürmekten bahsederken ciddi miydin?"
"İnan, abim şurada sürünerek ölse kılımı kıpırdatıp ona yardım etme zahmetinde bulunmam."
Dudağının sol tarafı kıvrıldı. Bu gülümsemeyi tanıyordum, beni veya söylediklerimi aşağıladığında hep böyle kıvrılırdı dudağının kenarı. "Çok büyük konuşuyorsun Gül Dikeni."
Direttim. "Ben annemden başka kimseye yardım etme zahmetinde bulunmam. Sana da.”
Daha çok kıvrıldı o dudak, daha çok aşağıladı beni. Bendeki tüm şanslarını tükettiğini bilmeliydi. "Demek öyle," dedi eğlenen bir şekilde. Ona gıcık oluyordum, çünkü onu sinirlendirmeyi istediğim her an eğlenerek geri dönüş yapıyordu bana. Kafasını arkaya yatırarak güldü. "Sen var ya, sen tam bir şımarık kız çocuğusun.”
“Alay etme benimle!”
Gülmeye devam etti. O güldükçe rahatsız hissediyordum, çünkü açıklanamaz bir şeyler vardı gülüşünde ve ben açıklanamaz şeyleri sevmezdim. "O zaman deneyip görelim mi?"
Rüzgâr saçlarımı onun sakallarına doğru uçurdu. "Ne?"
Gözlerini bana öyle ani çevirdi ki az daha kafamı geriye çekecektim gözlerini kabul ederek bakakaldım ona. Yüzlerimiz arasındaki mesafeyi sıfırlayarak burnunu burnumun üstüne yasladığında soğuk dudakları alnımı teğet geçmişti. Küfür etmek adına dudaklarımı araladığım esnada ağzını kulağıma dayayarak, "Görelim bakalım bana ne kadar karşı koyabileceksin?" dedi usul usul. Kıpırdandığını hissettim. "Şayet gerçekten, bana bir şey olurken, orada öylece durup kılını bile kıpırdatmazsan merhametsizliğine inanacağım."
Gözlerimi devirdim. "Boş yapıyorsun."
"Bana şans öpücüğü versene."
Alayla güldüm. Ya onu aşağıya itecek ya da sinirimden kuduracaktım. Doğrusu onu aşağıya itmek güzel fikirdi ama bununla uğraşamazdım. Neyden bahsettiğini, doğrusu ne saçmaladığını ona sormak için dudaklarımı araladım fakat hiçbirine zaman tanımadı. Ben henüz ne olduğunu anlayamadan önce nefesi, sonra kendisi uzaklaştı ve bir an sonra, bir an önce yapmayı istediğim şeyi yaptı.
Kendini çatıdan aşağıya attı.
Nasıl oldu, nasıl yaptık, nasıl gerçekleşti bilmiyordum. Gözlerimi açtığım an onun kendini boşluğa ittiğini, elinin çatıya, diğer elinin tutmam için bana uzandığını gördüm. Aniden gelişen olayın, zamansız gelen duygularıyla baş başa kaldım. Kendini boşluğa bırakırken aslında düşmemek için çatıya tutunduğunu bilmeme rağmen, yaptığım bu aptallığı nasıl açıklardım kendime?
Evet, aptallıktı.
Düşmemesi için elini tutmak tamamen aptallıktı.
Parmağımın ansızın, beni bile şaşırtarak onun boşluktaki eline uzanması, ikimizin de gözlerimizi büyütmesine sebep olmuştu. Parmaklarım parmaklarına asılarak ona yardımcı olduğunda, zamanın bir an durduğunu hissettim. Bu an, aslında zamanın dışında, bizim içimizdeki bir andı. Soğuk parmaklarımız birleştiği an zaman yavaşladı. Meleklerimiz bizi sevmezdi, onları Tanrı karşısında utandırdığımızdan olsa gerekti. Rüzgârın fısıltısına, onun dudaklarından dökülen haz dolu ıslık karıştı. Kafasını arkaya yatırarak sevimsiz, erkeksi bir kahkaha bıraktı. Bağırdı. "Düşeceğim diye ödün koptu kızım!"
Yanılıyordu. Onu düşerken gördüğümde hissettiğim şey korku falan değildi. Zaten ayağının birisi hâlâ çatıdaydı, diğeri boşluktaydı. Rüzgâr saçlarımı onun yüzüne itiyordu ama rahatsız olmuşa benzemiyordu. Sakal yığını doğrultusunda uzanan yüzünde keyifli ve kendinden emin bir ifade vardı. Beni bir an için yendiğini düşünmüş olmalı ki daha da keyiflenerek mırıldandı. "Dondun mu? Mahşer, kendine gel." Çatıda duran elinden destek alarak hafifçe yükseldi, iri bedeni bir gölge gibi önümdeydi. "Düşmedim, iyiyim, endişelenme."
Hayretle güldüm. "Senin için endişelendiğimi mi düşündün?"
Duman imayla parmaklarını yakalayan elime baktı. Piç, eğleniyordu. "Yavrum, endişelendin ki kurtarmak için tuttun elimden."
"Seni kurtardım, çünkü düşürmeyi kendim istedim."
Bu cümlede bahsettiğim şeyi anlayabilecek tek kişi kendisiydi. Çünkü biz ortaktık ve artık ne düşüneceğimizi dahi biliyorduk. Kafasını iki yana salladı. "Sakın! Sakın yapma!"
"Aşağıda görüşürüz."
Elini bıraktım. Çatıdan aşağıya düşürdüm.
Onu bıraktığım an ağız dolusu küfür ederek çatıya tutunmaya çalıştı ama gülerek bir diğer elini de ittirdiğimde hiç şansı kalmamıştı. Önce elleri, sonra başıyla beraber yüzü kadrajımdan inerek aşağıya doğru düştüğünde, kafamı arkaya yatırarak özgür kahkahamı bıraktım. Yere düşmesi sadece birkaç saniye sürmüştü. Gürültülü bir sesi yükseldiğini duydum, yere düşerken çıkarttığı ses olmalıydı. Saçlarımı gözümün önünden ittirerek hafifçe aşağıya sarktım ve ikinci kattan aşağıya, sokağa baktım. Durdum, sokakta yoktu. Gülüşüm dudaklarımın iki yana gerilmesiyle son bulduğunda, histerik bir mırıltı döktüm. Yerde yoktu? Allah aşkına, bu herif nereye düşmüştü.
Bir an sonra çöp konteynerı tekmelendi.
Ah, çöp kutusunun içine düşmüştü.
Kafamı iki yana sallayarak güldüm. Kabul, gereksiz yere canının yanmasını istemezdim ama kendi kabahati yüzünden canı yandığında ona müdahale etmezdim. Kendi düşüncelerimi onaylayarak kafamı salladığımda, onun çöp kutusunu tekmeleyerek kalkmaya çalıştığını gördüm. Sokak, edepsiz küfürleriyle inliyordu. "Ben böyle işe sokarım! Bu ne lan!" Tekmelerin sesi beni keyiflendirdi. "Hay sikeyim! Mahşer... Mahşer yaktım çıranı!"
Küfürleri ve bağrışları karşısında sessiz kalarak geriye doğru yattım ve sırtımı kiremit, düz çatıyla buluşturdum. Başımın arkası da çıkıntılı bir kiremite yaslanmıştı ve gözlerimin gördüğü şey bacalardan tüten soba dumanı ile gökyüzüydü. Beni duyacağını bilerek, eğlenerek bağırdım aşağıya doğru. "Kısık sesle küfür et Duman, rahatsız oluyorum."
"Hahaha, çok komik.”
Sinirle, öfkeyle bağırdı. Ne durumda olduğunu bilmiyordum ama sanırım çöp kutusunun kalabalığıyla boğuşuyordu. Aptal, oradan çıkmayı bile beceremiyordu. Cebimdeki pakete uzandım, bu zaferime bir sigara yakardım. Mentollü dalı dudaklarım arasına yaslayarak çakmağı çaktım ve dalı tutuşturdum. Biraz burada dinlendikten sonra eve geçmeliydim. Yarın hastanede işim vardı, abim olacak piçle yüzleşecektim ve bunun öncesinde, kafamda bir düzen kurmalıydım.
Neden benim değil de onun dokusu uyuşuyordu ki annemle?
Bu haksızlıktı!
Onunla olan bendim ama ona yardım edebilecek olan abimdi.
Üstelik nereden çıkıp gelmişti, nasıl haberi olmuştu?
Duman'ın hakaretlerini, söylemlerini dinleyerek sigaramı yavaşça içtim. Keyfine vararak, tadını alarak, ağırca içmek istedim. Baya söylenmişti, sesi beni rahatsız etmeye başladığında ıslık çalarak onun sesini bastırdım. Zaferimin tadını çıkardım. Duman konteynerın içinden çıkmayı başardığında aşağıya inmem için seslenmişti. Onu beklettim, birkaç sigara daha yaktım ve yavaşça içtim. Beklediği için de hakaretler etti. Sokak inliyordu.
Kimin umurundaydı ki?
Benim değildi.
Dakikalar sonra aşağıya indiğimde açıkçası onu hiç bu kadar kızgın görmediğimi düşündüm. Burnundan tütüyordu ve öfkeden eli ayağı titriyordu. Apartmanın kapısından dışarı çıktığımda bana bağırmamak için dudaklarını birbirine bastırdığını, gözlerini yumarak sakin kalmaya çalıştığını gördüm. Elleriyle saçlarını kavrayarak duvara öfkeyle kafa attığında üstünden dökülen çöpleri görerek homurdandım. "Üstünden bok dökülüyor."
Fevri bir şekilde bana dönerek işaret parmağını suratıma salladı. "Beni sen temizleyeceksin!"
Ona orta parmağımı kaldırdım.
Arkamı döndüğümde biraz duvara kafa attı, biraz çöp tenekesini dövdü, biraz bağırdı. Sonra sustu, peşime düştü, arabaya binene kadar bir sigara yakıp dertli dertli içti. Haklıydı, bok kokuyor olsaydım ben de dertlenirdim. Arabaya yerleştiğimizde bu sefer direksiyona kendisi yerleşmiş, camları aşağıya indirmişti. Kokuyordu ama beni çok rahatsız etmemişti. Bacaklarımı koltuğun üstüne çıkarmış, kollarımı dizlerimin etrafına sarmış, çenemi dizime yaslamıştım. Camlar açık olduğu için rüzgâr seri şekilde uçuşturuyordu saç tutamlarımı. Göz kapaklarımı indirdim, harelerimi karanlığa tutsak ettim.
Abimi görmeye hazır değildim.
"Adı neydi?"
Kimden bahsettiğini biliyordum. Çenemi diz kapağıma daha sert bastırdım. Sahi, adını ağzıma almayalı kaç zaman olmuştu? Galiba o bize sırt çevirdiğinden beri bırakmıştım adını anmayı. "Enes."
İsmini günler, aylar, yıllar sonra anmış olmak dudaklarımda yabancı, hoşnutsuz bir tat bırakmıştı. Sanki o abiydi ama benim abim değildi. Aramızda sadece duvarlar yoktu, ihanetler de vardı ve duvarlar aradan kalksa bile ihanetler orada, öylece duracaktı. Bizi terk etmişti; annesini, kız kardeşini kimsesiz bırakmıştı. Bunun affı olmazdı.
Bana başka bir şey sormadı, dili dönmedi, ağzı açılmadı. Sustu, bu sessizlik benim susmamı talep edecek kadar yoğun bir sessizlikti. Gözlerimi kapatarak dizime yattım. Sadece bekledim, onun beni evime götürmesini, zamanın geçmesini, kafamın içindeki ağırlığın hafiflemesini... Yalnızca bekledim. Her bekleyiş bir sonuca gebeydi. Kafamı taşımakta güçlük çekiyordum ama ben kendimi zor olanla sınamayı sevdiğim için dert etmedim. Araba yavaşlayıp durana kadar gözlerimi açmadım. Araba tamamen durduğunda motorun sesi kesildi ve omuzlarım gevşedi. Yüzümü kucağımdan kaldırarak gözlerimi açtım.
Beni evime bırakacağını düşünmüştüm.
Evine getirmişti.
"Beni neden buraya getirdin?"
"Beni temizleyeceksin."
Gerçekten mi? Bu saçmalıkta ciddi miydi? Arabanın tavan lambası yüzlerimizin bir kısmını aydınlatarak onu görmeme müsaade ederken, kendisiyle göz kontağı kurdum. Ciddi görünüyordu. "Duman, saçmalama Allah aşkına! Gir duşunu al, ben nasıl temizleyeyim seni."
Omuzlarını silkti. "Bilmem. Sırtımı falan keselersin."
"Duman!"
"Mahşer, bok kokuyorum! Elbette sen temizleyeceksin beni."
Gözlerimde acı vardı, uykusuzluktandı. Boğazım, sigaranın illet baskısından acıyordu ve o, başımda sadece saçmalıyordu. Mücadele etmeyecektim, yardımcı olur evime dönerdim. Aksi halde peşime düşecek, beni rahat bırakmayacaktı. Saçlarımı çekiştirdim. "Tamam Allah'ın belası!"
"Acıtma şu saçlarını..."
Saçlarımdan ona neydi yahu! Niye her boka karışma hakkını kendinde görüyordu? Mesafe istiyordum. Aramızda, geniş bir mesafe istiyordum ama bu herif, söz konusu ben olduğunda mesafe fikrine asla yaklaşmıyordu. Arabanın tavan lambasını ve ısıtıcısını kapatarak kendini kapıdan dışarıya atana dek öylece onu izledim. Yüzüm katıydı. Kapıyı sertçe kapattı. "İn Mahşer."
İndim. Kendimi kapıdan dışarıya attığımda tıpkı onun gibi kapıyı sertçe kapattım ve rüzgârın önünü kestim. O arabanın etrafını dolanmış, apartmana yönelmişti. Yan yana birkaç katı çıkarak dairenin önünde durduğumuzda apartman ışıkları yanmadığı için kapıyı açmamız vakit almıştı. Sanırım Ada'nın uyuduğunu düşünerek sessiz olmaya çalışıyordu. Az sonra kapıyı açtığında ona ters ters bakarak eşikten içeriye girdim.
Bana gözlerini devirdi.
Homurdandım. "Siktir git yıkan, bu kokuya daha fazla dayanamayacağım."
Kapıyı yavaşça kapattığında, karanlık koridoru aydınlatan tek şeyin salondan yayılan abajur ışığı olduğunu anladım. Soluktu ama birbirimizi görmemiz için kâfiydi. Omzumun üstünden Duman'a bakarken, siyah kabanını çıkararak sertçe yere attığını gördüm. Yüzü buruşmuştu. "Beni yıkamandan bahsederken oldukça ciddiydim Mahşer."
"Avucunu yalarsın."
Kazağına uzandı ve takip edemediğim saniyeler içinde boğazlı kazağını başından sıyırdı. Saçları dağılarak dökülmüştü başının üstüne. "Beni tahrik etme Mahşer!"
Onunla alay ettim. "Onu hep yapıyorum."
Kazağının altına hiçbir şey giymemişti. Kazağın altına bir şey giymeyen tek aptal olabilirdi, üstelik kazağı yünlüydü ve kaşındırmış olmalıydı. Çıplak vücudunu ilk kez görmüyordum ama içeriden yansıyan ışığın doğrudan onun göğsüne düştüğünü hesap edersem, göğsünü, ilk kez böyle kızıl görüyordum. Ateşlenmiş gibi, harlanmış gibi... Kirpiklerimin ağırlığını taşıyan gözlerim çıplak tenine anlamsız bakışlar atarken, "Tek tahrik olan ben değilim herhalde," diyerek beni iğnelediğini duydum.
Bir şey demedim.
Bir ağız dolusu homurtuyla beraber yanıma dek yürüyerek elini dirseğime attığında ayaklarımı yere sürüyerek dokunuşunu püskürtmeye çalıştım. "Of Duman..."”
"Sırtımı keselemeden gidemezsin."
Tepindiğimde ayağımın altındaki ahşap döşemeler rahatsız edici şekilde gıcırdadı. "Duman, bak kötü olacak."
"Saçımın arasından yemek dökülüyor, daha ne kadar kötü olabilir Mahşer?"
Saçının arasına bakmak gibi bir gaflete düştüğümde, saçlarının arasında bahsettiği gibi bir şey göremedim. Hatta bir an buna o kadar kapılmıştım ki, farkında olmadan parmak uçlarımda yükselerek kafasına bakmaya başlamıştım. "Duman?"
"Ne var?"
"Kafanda saç var."
Alayla güldü. "Seni şakacı."
Omzuna sert bir yumruk indirdiğimde ağzının içinde söylendi. Tepinerek, ayaklarımı sertçe yere basarak beni sürüklemesine mani olmaya çalıştım. "Duman saçmalama! Yaptığın çok mahremiyetsiz bir şey. Senin sırtını falan keseleyemem."
"Ben de seninkini keselerim, ödeşiriz."
"Seni öldüreceğim!"
Beni sertçe kendine doğru çektiğinde alnım geniş omzuna yaslanmıştı. Başımın üstüne hırladı. "Sırtımı lifle mi keselemek istersin yoksa..."
Sinirle bağırdım. "Umarım su sıcak akar ve yanarsın."
"Zaten yanmadığımı nereden çıkardın?"
Alnımı düştüğü yerden, omzundan kaldırarak dağılmış saçlarımı sırtıma doğru savurduğumda, banyonun kapısını araladığını gördüm. Bir gıcırtı koptu, hafifçe bana sürtünerek lambayı yakmak adına düğmeye uzandı ve bir an kadar sonra banyo aydınlandı. Duman zaman kaybetmeden beni eşikten içeriye çektiğinde, ellerimle sırtına darbeler indiriyordum. Kahretsin! Beni alt ediyor olmasına, fiziki müdahalede bulunmasına dayanamıyordum. Sanki hepsi bana ve ruhuma, gücüme hakaretti. Birinin istediği şey olmak onurumu küçültüyordu. Beni içeri sokarak sertçe banyonun ortasına ittiğinde, kapıyı ardından kapattı ve tıpkı benim gibi baktı bana.
İkimiz de burnumuzdan soluyorduk.
İkimiz de öfkeli, sinirliydik ve Duman çoğu zaman yaptığı şeyi yaparak beni alttan almıyordu. Üzerime doğru yürümeye başladığında, geri adım atmayacağıma ant içmiş bir şekilde mesafeyi tamamlamasını bekledim. Adeta ağzımın içine girene kadar durmadı ve başını eğerek yüzünü, gözlerini bana hizaladığında dişlerini birbirine sürterek konuştu. "Küvete geç."
"Banyo yapacak olan sensin, sen geç."
"İkimizde ıslanacağız, şüphen olmasın."
Yanımdan geçerek çıplak ayaklarıyla küvete doğru ilerlediğinde, ayağımı yere vurarak inledim.
Küvete girdiğini hissettiğimde asi ruhum bir kez daha başını kaldırdı ve buradan çıkmak için harekette bulundu. İleriye doğru adım atacağım anda, eylemimi farkına vararak elime uzandı. "Yok öyle," dedi parmaklarımız kavuştuğunda. "Bırakmam seni."
Beni küvete doğru çekiştirdiğinde mecburi olarak yönümü ona dönmüş ve bir kez daha çıplak göğsüyle burun buruna gelmiştim. Cehennemin kapısı gibi, harlı ve yanıktı. Hemen küvetin önündeydim ve buradan geriye gidemeyeceğimi, gözlerinde görüyordum. Peki madem, öyle olsundu. O beni zorluyorsa ben de onu zorlardım. Göz kontağını zedelemeden küvette gerilediğinde, eğilerek ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkardım. Elimi tutmayı bırakmıştı ama beni gözlerinden düşürmüyordu. Beni yalnızca, gözleriyle tutuyordu. Doğrulduğumda sırtını fayanslara yaslamış, anı anına beni izlediğini gördüm. Uzandım, ceketi çıkardım ve ince badimle kaldım. Gözleri göğüslerime doğru dökülen saçlarımı izledi. "Saçların, çok uzamış. Kesmeyi düşünmüyor musun?"
"Hayır." Sesim kurşun geçirmezdi.
"Daha ne kadar uzayabilir ki?"
Koyu siyah saçlarım belimin hizasındaydı, gören dönüp bir daha bakıyordu ama saçlarımın yükünü seviyordum. Omuzlarımı silktim. "Sadece uçlarından kesiyorum. Hem kırıkları toplamış oluyorum hem de onları çok kesmemiş."
Elini bana uzattı. "Gel."
Elini elbette tutmadım, zaten tutmayacağımı bilerek elini uzatmıştı. Çünkü Duman, kumar oynamasını severdi. Kâğıdı atmıştı, sıra bendeydi. Bacağımı küvetin içine attığımda, bir an için telaşlandığını sanır gibi oldum ama buna sebep görmedim. İfadem, ütüsü bozulmayan bir kumaş gibi, dümdüzdü. Diğer bacağımı da küvetin içine yerleştirdiğimde gerileyerek küvetin diğer ucuna yöneldi. Aynı küvetin içinde, aynı duş başlığı altında olabilirdik ama aramızda bir kol mesafesi vardı. Ona dik dik baktığımda, kaşlarını çatarak dudaklarını kıpırdattı ama ne dediğini kendisinin bile anlamadığına emindim. Kalın, kırmızı dudakları kıpırdamaya devam ederken uzanarak köşedeki çıkıntının içinden bir lif aldı ve aramızdaki boşluktan bana doğru uzattı. "Al."
"Ver!"
Bana uzattığı lifi aldığımda, göğsü sert bir şekilde yükseldi ve yine sert bir şekilde alçaldı. Dudakları hâlâ bir şeyler diyerek kıpırdanıyordu ama çok belirsizdi. Elini çekerek sakallarını sıvazladıktan sonra bir anda, çok hızlı manevrayla önüne döndü. Şimdi sırtıyla bakışıyordum, çok ani olmuştu ve elimde lifle kalakalmıştım. Ellerini soğuk olduğunu düşündüğüm fayanslara yaslayarak ayakta durabilmek için kollarının gücünden destek alırken, çıplak ayaklarım üzerinde ilerleyerek ona yaklaştım. Pantolonu bacaklarındaydı, kıyafetlerim üzerimdeydi ve tehlike oluşturabilecek bir pozisyonda değildik. Sadece sırtını lifleyip çıkacaktım. Evet, sorun yoktu. Omuzlarımı dikleştirerek life baktım. "Sabun?"
İrkildi. "Doğru, sabun lazım."
Belini kırarak hafifçe eğildi ve duvardaki çıkıntının içinden sabunu alarak bana uzattı. Doğrudan fayanslara bakmakta ısrarcıydı. Sabunu alıp lifi köpürtürken, ansızın başımdan boşalan ılık suyu hissettim ve tepkisiz kalmak adına alt dudağımı sertçe dişledim. Duş başlığından dökülen ılık su önce başımı, sonrasında, seri şekilde tüm vücudumu ıslattığında, elimdeki lifin köpürdüğünü gördüm. Genzimi temizledim. "Sadece sırtını değil mi?"
Tek kelimelik bir cevap verdi. "Evet."
Birkaç dakika sürecekti. Hepsi buydu. Avuçlarımdaki lifi sıkarak yavaşça onun ense köküne yerleştirdiğimde, elini fayansa daha sıkı bastırarak kafasını önüne eğdi. Saçlarımın ağırlığını sırtımda memnuniyetle taşıyarak sus çizgime çarpan su damlasını elimin tersiyle ittim ve bir diğer elimle lifi ensesinin etrafında gezdirdim. Ona yetişmek için parmak uçlarımda yükselmek zorunda kalmıştım ve zorunluluklardan nefret ediyordum. Köpükler teninde dağılıyordu. "Duman?"
"Evet?"
"Kalbindeki deliği kapatamıyor musun?"
Bugün, aramızda geçen sorunsuz ilk diyalogdu. Art niyetsizce, öylesine sormuştum. Elimin altında gerildi. "Çok geç fark edildi. Kalbimin delik olduğu fark edildiğinde ben de kalp yetmezliği başlamıştı."
Anlamıştım fakat bu beni tatmin etmiyordu. Burnumu çektim. "Bu çok sorumsuzca! Nasıl fark edilmez ki Allah aşkına? Nasıl doktor bunlar?"
Neye kızdığımı, niçin kızdığımı biliyordum ama bir şeyin beni bu kadar kolayca kızdırmasını anlayamıyordum. Parmaklarım arasındaki lif ense kökünden aşağıya, kaburgalarının başladığı yere indiğinde, nefesinin çarpıcı sesini duydum. "Gizli delik falan filanmış. Bilmiyorum Mahşer. Öleceğim işte, boşver."
Lifi sırtına çarptım. "Ölümü çağırıp durma!"
"He, azrail de ben çağırınca geliyordu zaten. Hasbinallah."
"İyi, geber!"
"Şimdi böyle diyorsun ya," dedi ansızın. Sesi eski bir evden yükselir gibi, uğursuz bir şeylerin habercisiydi. "Öldüğümde kahrolacaksın."
"O zaman ölme!"
Bu onu şaşırttı. Geber falan dememi bekliyor olabilirdi, çünkü hep böylesini demiştim. Bu onu öyle şaşırttı ki, bir an nefessiz kaldı ve omuzları elimin altında alçaldı. Ses tonum nasıldı bilmiyordum ama onu etkilediği belliydi. Bana dönmek için hareketlendiğinde, "Yani, şu iş bitmeden ölme," diyerek tamamladım cümlemi. Sessizlik köprülerini kaldırıp atmıştı. "Sana ihtiyacım var."
Ensesini de öne doğru eğerek başını elleri gibi fayansa yasladığında bir an için gücünün tükendiğini hissettim. "İş bittikten sonra öleyim o zaman?"
"Ben, seni bende çoktan öldürdüm."
İlki çok yıllar önce,
Kıyamet gibi bir gecede.
Buna bir cevap vermedi. Sorsaydı da söylemezdim. Bende ölen Duman, kafamın içinde, kapısı kapalı bir odadaydı. Ne o kapıyı açıyor ne açtırıyordum. Susması işime geldiğinde elimi hızlandırdım, bir an önce defolup gitmek istiyordum. Ona biraz daha yaklaştığımda kalkanlarımız inmiş, bedenlerimiz birbiriyle hafifçe temasa girmişti. Bir elimi omzuna yaslarken diğer elimdeki lifi kaburgalarının hizasından aşağıya kaydırarak tenini ovuşturdum. Sabun ferah kokuyordu. Sıcak su başımızdan aşağıya dökülerek banyonun içini buğulandırmaya başladığında, kürek kemiklerinin hızlı biçimde yükseldiğini gördüm. Hızına yetişemiyordum. Başını hafifçe arkaya yatırmış, tavana bakıyor ve gördüğüm kadarıyla sık sık yutkunuyordu. Âdem elmasının kıvranışını izlerken, lifi beline kaydırdım ve aynı esnada gözlerini yumduğunu gördüm. "Mahşer, yeterli."
Omzunun üstünden ona bakıyordum. Başım omzuyla boynu arasındaki boşluktaydı ama ona temas etmiyordu. Lifi belinin etrafı boyunca kaydırdım. "Bitmek üzere zaten, bekle."
Sanki bana bakmamak için doğrudan tavana bakıyor, asla kıpırdamıyor, artık yutkunmuyordu bile. Nefesini tutmuştu. "Yeterli dedim, Mahşer."
"Neden?" O şeytansa, ben indim. Soğukça güldüm. "Dakikalar önce seni yıkamam için çok hevesliydin?"
Kılı kıpırdamıyordu. Sıcak su damlaları yüzünün belli başlı yerlerinden kavislenerek iniyor ve çenesinden aşağıya, köprücük kemiklerinin çukuruna düşüyordu. Saçları ağırlaşarak başının üstüne düşmüş, bir kısmı alnını gizlemişti. Damarları, sanki şimşek gibi belirginleşmişti zarif teninin üstünde. "Mahşer...”
Hızlı nefesleri... "Henüz bitmedi."
"Mahşer, kalbim!"
Kırmızı alarm verir gibiydi cümlesi. Kulaklarımda uğuldayan bu cümleye karşı tepkisiz kalmayarak elimi ondan uzaklaştırdım ve birkaç adım gerileyerek özel alanının dışına çıktım. Kolum, elimdeki lifle beraber yanıma düştüğünde, kolunu dirseğinden kırarak fayansa yasladığını ve alnını da çıplak koluna dayayarak soluklandığını gördüm.
Soluğunu kesmiştim.
Tabanlarım üzerinde alçalarak başımı arkaya yatırdım ve su başlığı altına girerek üstüme sıçrayan köpükten arınmayı bekledim. Elimi uzatsam ona dokunabilirdim ama kalbine daha fazla yüklenmek istemezdim. Lif parmaklarım arasından kayarak küvetin dibine düşmüştü. Duman yatışmayı bekledi, bir eli kalbinde, yarasının üstündeydi.
Acı çekiyordu, görmemi istemiyordu.
Elimi gerdanıma yasladım. "İyi misin?"
"Umurundaymışım gibi davranma."
Bir zamanlar, öyleydin.
"Davranmam."
İnledi. "Üşüdün, git ısın."
"Ben çıkarsam kalbin ağrımaya son verecek mi?"
Kükredi. "Evet! Anlamıyor musun? Evet!"
Bağırmasını umursamadım, çoğu zaman ben de bağırırdım. Başımı öne eğerek bir kez daha kavisli, geniş, sırtına baktım. Kürek kemikleri dışarıya doğru yüklenmiş, kasım kasım gerilmişti. Saçlarımı sağ omzuma yıkarak biriken suyu ellerimle sıktım ve nefes seslerini dinleyerek bacaklarımı sırasıyla küvetten çıkardım. Tamamen ıslaktım, Ada'nın kıyafetlerinden almalıydım. Bedenimi banyonun dışına taşıyana kadar sessiz kalmıştı ama parmaklarım kapı kulpunu kavradığımda hızlı soluğunun ardından yetişti cümlesi. "Bana giyecek birkaç şey ayarlasana."
Kulpu indirerek kapıyı araladım ve banyodan koridora dağılan ışık sayesinde yönümü belirleyerek kendimi dışarıya attım. Kapıyı sertçe örterek sırtımı kapıya yasladım ve karanlığa baktım. Güçlü ruhumu taşıyan zayıf bedenim üşüyordu ama dert etmiyordum. Elimi ağrıyan, acıyan kalbimin üstüne yaslayarak ıslak badiyi avuç içime kıstırırken, "Duman Bey?" dediğini duydum tanıdık bir sesin, sorarcasına. "Siz ne zaman geldiniz?"
Aksanlı sesin sahibi Rose'du. Koridorun diğer ucunda, Ada'nın kapısı önündeydi. Karanlık olduğu için beni seçememiş olmalıydı. Islak dudaklarımı dişlerimin arasına alarak beni seçmesi adına ileriye doğru birkaç adım attım. "Benim," dedim kuru bir sesle. "Mahşer."
Birbirimizin yüzünü aynı anlarda gördük. Gözleri bir şaşkınlık belirtisi göstermenin hemen ardından kısılarak tıpkı bir robot gibi hissizleşti. "Hoş geldiniz," dedi benim kadar kuru, samimiyetsiz bir şekilde. Üstüme bakındı. "Siz, ıslak mısınız?"
"Dumanla küvette biraz işimiz vardı." Dik dik baktım. "Anlarsın ya..."
Dudaklarına ölçülü, sahte bir tebessüm konuk oldu. "Size kıyafet vermemi ister misiniz?"
Tersledim. "Duman'ın tişörtlerinden bakarım."
Saçlarımın hepsini bir omzuma yükleyerek Duman'ın odasına yürürken, "Odasındaki düzeni bozmayın," diyerek uyardı beni. Benimle bu ses tonuyla konuşmasından hiç hoşlanmamıştım.
Yanağımı ısırdım. "Sakın benim Duman için herhangi biri olduğumu düşünme Rose. O benden rahatsız olmaz, sen dertlenme."
Nazik bile davranmıştım, bu kendisine tanıdığım son haktı. Bir kez daha beni iğneler veya ne yapacağımı söylemeye kalkışırsa oldukça kabalaşacaktım. Delici gözlerimi üzerinden kopararak önünde durduğum kapıyı ittim ve eşikten içeriye girdim. Bu oda daha aydınlıktı çünkü Duman'ın odası sokağa bakıyordu ve sokakta birden fazla sokak lambası vardı. İçeriye süzülerek ahşap ayaklı komodin üstündeki abajuru yaktım. Bu ışığı seviyordum. Kıyafet dolabına yürürken, "Duman'dan mı hoşlanıyorsun?" diye sordum sertçe. "Karşı konulamaz görünüyor değil mi?"
Topuklu ayakkabılarının tok sesi kulağıma düştüğünde, omzumun üstünden ona kibirli bir bakış attım. Bana değil, banyonun kapısına bakıyordu ve bu tespitimi onaylayan bir bakıştı. "Kendisi biraz mesafeli," dedi aksanlı diliyle. Ağzı, harflerin bazılarını çevirmekte zorlanıyordu. "Ama sonuçta bekâr bir adam. Benim de bir sevgilim olmadığına göre hoşlanıyor olmam sorun değil." Kısık sesle ama rahatça konuşuyordu. "Bence kendisi de ilgimin farkında."
Dolabın kapaklarını sertçe kapattım, ses odanın içinde yankılanmıştı. Kendime bir kazakla dumana iç çamaşırı ve bir siyah, eşofman altı seçmiştim. Hepsini kucağıma yüklenerek doğrulurken, "Rose," dedim sakince. "Benim kim olduğumu biliyor musun? Doğrusu Duman sana benden bahsetti mi? Aslında seni kale alıp benden bahsedeceğini sanmıyorum ama..." burnumdan sert bir soluk verdim. "Ben kimim, biliyor musun?"
"Duman Bey’in arkadaşı?"
Elbette kim olduğumu, Duman için ne ifade ettiğimi bilmiyordu. Bir an kendimi sorguladım. Sahi, ben biliyor muydum Duman için ne ifade ettiğimi? Ya da bir şeyler ifade etmeyi istiyor muydum? Rose ile bakıştık. Gözleri karanlıkta gümüşi rengini almıştı. Ona küstah gözlerle baktım. "Duman bilmese de bizim geçmişimiz baya eskiye dayanır. Aramızda arkadaşlıktan daha fazlası var." Odanın içerisine doğru yürüyerek kapıya kadar yanaştım. "Ben bu eve geldiğimde ayak altında fazla dolanma, senden haz etmedim."
Kollarını göğsünün üstünde birleştirdi. "Neden?" dedi sorgulayarak. Onu küçümsediğimin farkında olarak sinirlendi. "Yoksa siz de mi ondan hoşlanıyorsunuz?"
"Diyelim hoşlanıyorum." Soğukça gülümsedim. "Ben varken, sen Duman için seçecek bile olamazsın. Dua et ki hoşlanmıyor olayım."
Kapıyı suratına çarptım, menteşelerin yerinden oynadığını hissetmiştim. Kapıya sırt çevirerek kucağımdaki yığınla beraber yatağa yürüdüm ve kıyafetleri yatağa bırakarak derin soluklar aldım. Rose umurumda değildi, sadece gıcık olduğum insanları aşağılamakta ve onları incitmekte zarar görmüyordum. Ona neden gıcık olduğumu sorgulamıyordum. Ben kötü karakterli, olumsuz, kaosa meyilli bir kadın olduğum için herkese ön yargılı ve gıcık olabilirdim.
Dişlerim arasından homurdanarak üstümdeki ıslak badiye uzandım ve hiç beklemeden bedenimden sıyırdım. Sutyenimde ıslaktı, çıkarmazsam beni rahatsız edecekti. Mecburi bir şekilde ondan da kurtularak kazağa uzandım. Gri, yünlü ve iri bir kazaktı. Giyindiğimde uçları kalçalarımdan aşağıya sarkmıştı ve bu işime gelirdi. Bacaklarımdaki pantolonu sıyırıp attıktan sonra iç çamaşırsız kalmış olmama söverek kazağın uçlarını çekiştirdim. Hay, sıçayım ya.
Belki Ada'nın kullanılmamış iç çamaşırı vardır.
Bu düşünceye inanarak arkamı döndüğüm esnada, oda kapısının gıcırdadığını hemen ardından aralandığını duydum. Islak saçlarımı fevri dönüşümle beraber yüzüme tokat gibi çarparak omuzlarıma düşmüştü. Duman cüsseli bedenini açtığı kapıdan içeriye sokarak gözlerini önce yatağa, sonrasında üstüme düşürdü. Islak pantolonu hâlâ üstündeydi, bir havluyla saçlarını kuruluyor ve kolu ağırca inip kalkıyordu. İçeriye doğru yönelirken kapıyı yavaşça kapattı. Mayışmış görünüyordu. Beni baştan aşağıya süzerken, "Beni şaşırttın," dedi tek düze bir sesle. "Evine gitmeyi isteyeceğini sanıyordum. Benimle gereksiz vakit geçirmekten hoşlanmıyorsun ya hani?"
Yanıma dek yürüdüğünde aramıza koymayı istediğim o mesafeye bir kez daha saygısızlık yaparak sıfır mesafede, ayaklarımın ucunda durdu. Kollarımı göğsümde bağlamış, burnumu havaya kaldırmış, dik dik bakıyordum. "Hoşlanmıyorum tabii ki," dedim kelimelerin üstüne vurgulayarak. "Hatırlatırım ki beni buraya zorla getirdin, saat gecenin on ikisi ve metrolar çalışmıyor! Hem bir saniye..." dilimi ısırdım. "Gecenin on ikisinde Rose'un bu evde ne işi var? Artık geceleri de mi bu evde kalıyor?"
Gözlerindeki şeytanı, günah için çağırmışım gibi parladı kehribar hareler. "Kalmasın mı?"
"Lüzumsuz.”
Yüzünü yüzüme doğru eğdiğinde ferah nefesi çehremin tamamına yayılarak tenime nüfus etti. Tanrı'nın kendisine yadigâr bıraktığı yakışıklı yüzü bu açıdan oldukça karanlık görünüyordu. Hırladı. "Bu kadar kıskanç olduğunu bilmiyordum."
"Ne?" Adeta haykırdım. "Ne kıskançlığı!”
Gözlerimle şiddetli bir yakınlık içindeydi. "Van kedisi gibisin. Biri mavi, biri yeşil gözlerinin. Böyle tırnaklarını da çıkardığında, yüzümü gerçekten çizebileceğini düşünüyorum."
Tırnaklarımı göstererek hırladım. "Kanatırım bile."
"Titrettin beni!"
Sinirle inleyerek yumruklarımı, göğsüne vurmak için kaldırdığımda, bir an irkilerek geriye sıçradı ve işte o an, ellerim havada kalakaldım. Kemikli yüzündeki endişenin, kalbinin kötü bir laneti olduğunu düşündüm. Dakikalar öncesinde ağrıyan kalbine vurmak, yapmamam gereken bir şeydi ve Allah biliyor ya eğer geri çekilmeseydi onu incitecektim. Homurdanarak havada tökezleyen yumruklarımı yakaladı ve aşağıya indirerek iki yanıma bıraktı. Fakat ellerimi bırakmadı. Küçücük bir an sanki ellerimi tuttuğuna inanamıyormuş gibi, cansız bir hayretle bakıverdi parmaklarıma. "Parmakların hep incecikti zaten."
İrkilerek, terleyen avuçlarımı aceleyle uzaklaştırdım ondan. "Sen nereden bileceksin ki?"
Sorumu duymazdan gelerek açtığım mesafeye saygı duydu ve sırtını bükerek yatağa doğru eğildi. Saçlarımdan damlayan suların tenimden aşağıya kavislendiğini hissederken, Duman onun için seçtiğim eşofmanı alarak doğruldu. "Arkanı dönmeni bekliyorum, pantolonumu çıkaracağım."
Arkamı dönerek ayağımla ritim tutturdum ve sabırsızca onu bekledim. Yavaş davranıyordu. Kotunun bacaklarına sürtündüğünü duyuyordum. Kabul, ilk kez yanımda bu kadar çıplak bir adamla durduğum için gerilmiştim ama sorun değildi. "Giyindim Mahşer."
Omuzlarım rahatlamayla beraber çöktü. Nemli avuçlarımla yüzümü ovaladım ve ona bakma zahmetinde bulunmadan yatağın etrafından yürüdüm. Islak kıyafetlerini aldığını göz ucuyla görmüştüm, en azından kendi dağınıklığını topluyordu. Yatağın yanında durduğumda vakit kaybetmeden bedenimi rahat bıraktım ve başımla beraber sırtımın yatakla buluşmasına izin vererek bacaklarımı yataktan aşağıya sarkıttım. Başım yastığa denk düşmüş, nemli saçlarım dört bir yana dağılmıştı. Tavana, yanmayan lambaya, gölgelerimize baktım.Karanlık gizler her günahı diye düşündüm gözkapaklarımı örterken. Ben karanlığın gizlediği büyük bir günahım.
Yatağın sol tarafı çöktüğünde, bedenimin sol tarafında da bir ağırlık hissettim. Yatağa uzanmış, ağırlığı yüzünden ona doğru kaymama sebep olmuştu. Etrafa dağılan saçlarımın üstüne düştüğünü anlamıştım, çünkü saç diplerimin çekiştirildiğini hissetmiştim. Nasıl bir pozisyonda, bana ne derece yakın bir şekilde yattığından habersiz de olsam bile aynı satırda kesişen kaderimizin bizi bu yatağa attığını biliyordum. Ondan başka kimseyle aynı yatakta uyumadım diye düşündüm yanağımı yastığa yerleştirirken. Çünkü aslında o bana ne kadar uzaksa o kadar yakın.
Omuzlarıma örtülen yorganı hissettiğimde bacaklarım ve vücudumun çok kısmı yorgan içine saklandı. Gözlerimi ısrarla açmadım, ellerimi yanağımın altına yasladım ve aynı yatakta uyumayı kabul ettim. "Yarın sabah, ben uyanmadan çek git," dedi fısıltıyla. Sesi, dünyanın tüm yükü altında kalmış gibiydi. "Yoksa seninle gelmek isteyebilirim."
O, benim başımın ağrısı, kalbimin yükü, dümenimin çevrildiği limandı. Bu dümeni çeviren geminin yüzüp geçtiği denizi, gözyaşlarım doldurmuştu. "Zaten benimle gelmeyecek miydin?"
Islak saçlarım parmaklarım arasında hırpalanırken, başımın üstünde bir soluk hissettim. Nefesi nefesime yetişmişti. "Hayır, gelmeyeceğim. Birkaç işim var. Abinle tek başına yüzleşebilir misin?"
İşi? Sevgilisi olabilir miydi? Doğru ya, onun bilinci kapalı bir sevgilisi vardı ve aslında ondan o kadar bahsetmiyordu ki bazen varlığını unutuyordum. "Sevgilinin yanına mı gideceksin?" Diye sordum hissizce.
Ben ruhumu pazarlığa çıkardığımda fahişeliği öldürmüşlerdi.
Güldü. Neden güldüğünü sormadım, çünkü merak etmedim. Yüzümü tamamen yastığa gömerek uykuya kapılmayı bekledim. Islak saçlarımla uyuduğum için bu gecenin sabahında başım ağrıyabilirdi ama hiç problem değildi. Sessizliği o kadar uzun sürdü ki, benimle bir daha konuşmayacağını anlayarak uyumak için algılarımı kapadım. O da pozisyonunu almış, hızlı soluklarını yatırmış, derin nefesler alıyordu.
Kalbi ne durumdaydı?
Bu anda, beni kendi içimde çeliştirdiği için ona öfkemi bilerken, genzinden yukarı tırmanan hırıltıyı duydum. Bu basit bir hırıltı değildi, sanki nefesini verememiş gibiydi. Dudaklarımı dişleyerek yanağımı elimin üstünden kaldırdım ve saçlarımın omuzlarıma dağılmasına izin vererek omzumun üstünden ona döndüm. Sırt üstü yatıyordu, yönü tavana bakıyordu ama gözleri kapalıydı. Dirseğim üzerinde yükselerek yanağımı elime yasladım ve yukarıdan yüzünü izledim. Sanırım kalbindeki apse nefeslerini sıkıştırıyor ve ara ara soluğu tökezliyordu.
İşte eğer üzülebilsem buna üzülürdüm.
Gözlerini hiç açmadı. Onu izleyip izlemediğimi farkında mıydı, bilmiyorum ama böylece, kirpiklerinin telaşsızca kıpırdanışını izledim. Birkaç nemli perçem alnındaydı, yanağı hafifçe yastığa yaslandığı için dudakları ileriye büzülmüştü ve nefeslerini gürültülü, hızlı bir şekilde veriyordu. Bu kadar çabuk uykuya dalmasına anlam veremedim ama işime gelmişti. Onu izlediğimi bilse gereksiz yere saçmalardı.
Saç uçlarım çıplak gerdanında birikti.
Âdemelmasının kavisli çıkıntısı boyunca yukarı tırmanan gözlerim çenesindeki sakallara, teninin hırkasına düştü. Kirli sakallıydı, pürüzsüz cildini en son lisede görmüştüm. Yeminli gibi, hiç kesmiyordu sakallarını. Derin nefeslerini yüklendiği burnuna, soğuk tonlu cildine baktım. Göğsü düzensiz ritimle alçalıp yükselirken, kendime küfür ederek hafifçe eğildim ve saçlarım sakallarına takılırken kulağımı ağzına dayadım.
Nefeslerini kontrol ettim.
Tamam, nefes alıyordu ama çok düzensizdi. Hatta alıyor, uzun bir süre vermiyor, sonra aniden bırakıyordu. Asla düzenli değildi. Aptal! Ölecekti! İlaç almamış mıydı? Kendine olan acımasızlığının ölüm riski taşıdığını bildiği halde, böylesini nasıl yapardı? Yanak içimi ısırarak parmak uçlarımı çenesine dayadım ve sakallarının belirsiz bir şekilde tenimi çizmesine izin verdim. "Aptalın tekisin," dedim ağzımın içinde, sessizce. Avuç içim şimdi yanağının tümünü kavramıştı. Bir an buna inanamayarak elime ve parmaklarımın altındaki elmacık kemiğine baktım. Baş parmağımın etli kısmı aralık dudağına çarptı. "Acaba ben öptükten sonra kaç kişi öptü seni? Seni öperken onların da yanaklarından tutmasına izin verdin mi acaba? Doğrusu, bana da izin verme şansı bırakmamıştım sana. Boşuna aptal olduğunu söylemiyorum, beni nasıl hiç görmezsin anlamıyorum!"
Bazen o öylesine tanıdık ve bazen öylesine yabancıydı ki... Neye baktığımı bile şaşırıyordum. Mesela gülümsemesi tanıdıktı ama öfkesi yabancıydı. Serseriliği tanıdıktı ama nefreti yabancıydı. Parmaklarımı çenesinde kaydırarak aralıklı dudaklarının üstüne kapadım ve nefeslerinin parmaklarıma çarpmasını bekledim. Beklediğim şey oldu. Nefesi hâlâ problemliydi, bu yüzden bir süre daha nefesini kontrol etmeliydim. Homurdandım. "Uyku bile uyutmuyorsun!"
Sokak ışıkları elmacık kemiklerinden yukarısını belirsiz bir ölçüde aydınlatmıştı ve bu yüzden onu seçebiliyordum. Parmaklarım, verdiği nefesler dolayısıyla anında ısınırken, sadece birkaç dakika ayık kalmam gerektiğini kendime hatırlatarak onun nefeslerini dinlemeye devam ettim. Her yerine bakıyordum. Nasıl büyüdüğünü izliyor, olgunlaşmış erkeksi yüzündeki çizgileri dolduruyordum. Genişçe esneyerek dirseğim üstünde az daha yükseldim ve gözlerimi yumarak nefesine kulak verdim.
Alıyor,
Veriyor.
Alıyor,
Veremiyor.
Az sonra, hırıltıyla veriyor.
Duman, sen... Düştüğüm çukur musun, atladığım çukur musun? Ya da aslında nesin? Kimsin? Kimin neyisin? Aslında problem bu değil. Birilerinin bir şeyisin ama şimdi, sen ölme diye nefeslerini sayan bu kızın hiçbir şeyisin.
Hiçbir şey.
Neyse ki her şey olup ayrı ayrı yazılmaktansa hiçbir şey olup beraber yazılıyoruz.
Nefeslerinin sayısı...
Bir,
İki,
Üç,
Dört,
Beş,
...
98
💔
Gökyüzündeki görsel şölene, güneşin doğuşuna bakarken, ellerimi cebime saklamış, bayır aşağı iniyordum sessiz bir sokaktan. Şehir bugün sisler içindeydi ve sisin içinde gezgin bir hayalet gibi hastaneye doğru yürüyordum.
Bayır aşağı indikten biraz sonra köşeyi dönerek başka sokağa girdim, gökyüzü daha aydınlıktı. Duman'ın evinden yarım saat kadar önce çıkmış, istediği gibi onu uyandırmamıştım. Ben... Ben zaten hiç uyumamıştım. Sabah olduğunda pılımı pırtımı toplayıp, giyinip evden ayrılmıştım. Yanımda telefonum, cebimde paketim, elimde çakmağımla avare avare dolanmıştım.
Hastane sokağına girdiğimde adımlarım yavaşladı.
Abim...
Büyümüş müydü?
Abim her zaman kapalı bir kutu gibi olmuştu. O gece yaşanmadan öncede kolay anlaşabileceğiniz bir adam değildi ama beni severdi, kollardı, yanıma kimseyi yaklaştırmaz, annemle babama büyük saygı duyardı. Hatta bazen kendi adına, onların çocukları olduğu için, onlara yakışmadığını, kendinden utandığını söylerdi. Bende her defasında saçmaladığını söylerdim ama hayır, gerçekten saçmalamıyormuş. Evet, abim anne ve babama hiç yakışmıyordu. Abim haklıydı, çünkü batan gemiden kaçan ilk kişi kendisi olmuştu. Biz annemle denize düşmüş çırpınırken, o limana sığınmıştı.
Ama abi unuttuğun bir şey var ki, deniz coşarsa limanı bile yutar.
Cadde boyu inerek hastanenin geniş kapısından içeriye geçtiğimde, sabahın erkek saatinden dolayı olsa gerek etrafın sakin olduğunu gördüm. Ellerimi ceketimin ceplerinde yumruk haline getirerek doğrudan giriş kapısına yöneldim ve hiç yavaşlamadan hastane katlarını tırmanmaya başladım. Annem evdeydi, önce doktorla ve abimle görüşecek, ona göre annemi hastaneye getirecektim. Kahretsin! Neden benim değil de abimin dokusu uyuşuyordu ki?
Üçüncü kata tırmandığımda resepsiyona uğrayarak bir randevum olduğunu söyledim ve yön tarifine uyarak koridorun ucundaki odaya yöneldim. Burası, o doktorun odası olmalıydı. Ellerimi ceplerimden çıkardım ve sessiz koridora gergin bir bakış fırlattım. Duyacaklarıma hazırlı mıydım, bilmiyordum ama her şeye hazırlıklı olmam gerektiğini biliyordum.
Abim, o da içeride miydi?
Ağırlığını sevdiğim saçlarımı başımın üstünden arkaya doğru atarak nefesimi dişlerimin arasından bıraktım. Abim beni görse tanır mıydı? Tanırdı. Benim gözlerime bir kez bakan beni bir daha unutamazdı. Onun üstüne saldırmak, yumruklamak, canını acıtmak istiyordum. Burun kemerimi sıkarak nefesimi tazeledim ve kendimi sakinleştirerek parmaklarımı kulpa indirdim.
Kapıyı açtım.
Aslında şeytanın ini, günahını götürdüğü her yerdir. Kötülük tohumlarını serptiği her yer kendi iniydi ve ben, girdiğim hiçbir yere sığamayan bir şeytan gibi, bu kapının önünde nefes nefeseydim. Görmeyi beklediğimin gördüğümle bir alakası yoktu. Gözlerim doğrudan masanın önündeki koltuklara inmiş, abimi aramıştı ama orada olmadığını görmüştü. Odada, doktordan başka hiç kimse yoktu. Doktorsa başını elleri arasına almış, kuvvetle muhtemel ki bir dinlenme pozisyonuna girmiş ve ani baskınım yüzünden irkilerek bana bakmaya başlamıştı. Göz göze geldiğimizde kirpiklerim ateşte uçuşan küller gibiydi; ateşse zaten bakışlarımın kendisiydi. "O," dedim, yalnızca. "Nerede?"
Şaşkınlık, oval yüzünün hatlarını sarmaya başlayarak onu işgal ettiğinde, tanımsız bakışları odanın içerisinde gezindi. Bu aptallığına tahammül edemeyerek sabırsızca soluduğumda, "Abinden mi bahsediyorsun?" Dedi nihayet. Omuzlarını dikleştirdiğinde beyaz önlüğünün yakaları kırıştı. "O burada değil, yani burada, şehirde ama hastanede değil." Gözlerim nasıl baktı bilmiyorum ama güçlükle yutkunmuştu. "Sizinle görüşmeyi istemediğini söyledi. Annesine organını bu şekilde vereceğini söyleyince biz de kabul ettik."
Kapının ağzında, gerçekliğinden şüphe ettiğim bir anın içinde, hayretle kendisine bakıyordum. Saçmalıktı. Abim geldiyse onu elbet görecek, olanların hesabını soracaktım. Gülüşüm dişlerime çarparak bir çeşit ıslık gibi döküldü dudaklarımdan. "Nereden haberi olmuş?"
"Bilemem," dedi dosdoğru şekilde. Şimdi simasında o doktor soğukkanlılığı vardı. "Kendisi hastaneye geldi, oğlu olduğundan, iliğinin uyabileceğinden bahsedince bizde birkaç test yaptık. Ne güzel ki dokuları uyuştu, anneniz iyileşeceği için mutlu olmalısınız."
"Hadi canım! Bu kadar basit mi yani?"
"Abinizle aranızdaki soruna karışamam Mahşer Hanım. Ben ameliyatı yapar, annenizi tedavi ederim." Gülümsemeye zahmet etti ama samimiyeti kandırmacaydı. "Gerisine karışamam."
Kafamı iki yana salladım, anlam vermekte zorlanıyordum. Nasıl haberi olmuş, ne ara gelmiş, nereden gelmişti? Annemi iyileştirip hiçbir şey olmadan geri mi gidecekti? Abim geri dönmemişti, geri dönmeyi istemiyordu, beni görmeyi zaten hiç istemiyordu. Titreyen ellerimi bir kez daha cebime yerleştirerek yumruk haline getirirken, "Annemi ne zaman getireyim?" Diye sordum bomboş, kuru sesimle. "Ameliyatı ne zaman yaparsınız?"
"Hemen yarın," dedi, hastasının kurtulacağından memnun görünüyordu. "Beklemeye gerek yok. Hastaneye yatıralım, hemen ameliyata alırız. Ameliyat uzun sürecektir ama merak etmeyin, üstesinden geleceğim. Taburcu süreci de annenizin iyileşme isteğine ve hızına bağlı. Onu bir süre burada ağırlayabiliriz. Hem hastane şartları altında daha iyi olabilir."
Annemin bir daha asla iyi olmayacağını ona söylemedim.
Kapıyı çarpıp çıktım. Öfkemin çoğaldığı anlarda saygım azalıyordu. Sırtımı kapıya çevirerek dimdik bir şekilde, kaskatı bedenimle koridorun diğer ucuna kadar yürüyerek merdivenleri indim. Şerefsiz, bize yüzünü bile göstermiyordu. Korkuyordu, yüzleşemeyecek kadar korkaktı. Beni, kız kardeşini görmeyi istemiyordu. Peki ya nasıl haberi olmuştu? Onu aramamıştım. Onu arayabileceğim bir numarası bile yoktu ki. Yumruklarımı kafama vurduğumda düşüncelerimin zihnimin duvarlarına yapıştığını hissettim. Ah, daha fazla bir şeyleri yumruklamak istiyordum.
Alt kata ve sonra bir alt kata daha inerek başım önümde, tırnaklarımı izleyerek koridor boyu yürüdüm. Fevri ve hızlıydım. Anneme gitmek istiyordum, hasta olmasaydı ona oğlunun ne kadar vicdansız, hayırsız olduğundan bahsederdim. O nasıl babamın kanını taşıyor olabilirdi? Babam acılarının üstüne gider, onları göğüsler, acılarıyla savaşırdı. Yalnızca kaçmıştı. Ben onun yerine her şeyi, babamın tabutunu bile yüklenirken o sadece kaçmıştı.
Korkaktı.
Adımlarım, nereye olduğunu bilmeden ilerleyerek iki kaldırım taşı arasında bitmiş çiçeğin üzerine basarak geçtikten az sonra, ellerimin altında telefonun titrediğini hissettim. Nefesimi üfleyip telefonu cebimden çıkarmak için durdum ve ekrandaki bildirimi açarak mesaja baktım.
Gönderen: Duman Alanguva.
Kaptan'ın kafesindeydim, gel.
09.17
Emrivaki cümlesine duyduğum sinir içimde büyüdüğünde, gözlerimden ateş çıktığını ve ekranı erittiğini hissettim. Homurdanarak telefonu cebime attım ve ıslak kaldırım boyunca yürüdüm. Sonbaharın yaşlı ve sarı yaprakları kaldırım kenarlarındaydı. Onların üstüne basarak o sesi çıkartmaya bayılırdım ama ıslak oldukları için şimdi sadece ayağımın altında kayıyorlardı. Duman durumun acil olduğundan bahsettiği için metro yerine taksiyi tercih ettim ve hastane yakınındaki taksi durağından bir taksi çevirerek bindim.
Gün hızlı başlamıştı ve hızlı devam ediyordu.
Başımı cama vurdum. Kafamın içi beton yığını gibiydi. Ağırlığının haddi hesabı yoktu.
Taksi Kaptan'ın kafesi önünde, yavaş bir frenle durduğunda cebimdeki bir miktar parayı taksi şoförüne vererek kendimi dışarıya attım. Kafenin merdivenlerinde bir yığın lise öğrencisi vardı ve bir kısmı bu saatte okula gidecek oldukları için dertliyken diğer kısmı neşeli görünüyordu. Taksi kaldırım kenarından kalkarak uzaklaştığında botlarımla merdivenleri tırmanmaya başlayarak bu yığının arasına karıştım. Birkaç kişi beni tanıyarak selam verirken, birkaç kişi yine laf atmak gibi benzeri ergenlikler yaparak onlara göz devirmeme sebep olmuşlardı.
Mekânın kapısını açtım ve etraftaki koşuşturmacayı görerek içeriye girip kapıyı arkamdan kapattım. Botlarımın topukları tıkırdadı. Kalabalığın içinde onu aramak, uzun bir şiirin içinde sevgiliyi bulmak gibiydi. Gözlerim birkaç yabancı yüzü gördükten sonra onun yüzüyle karşılaştığında, kıdemsiz bir ağırlığı olan kehribarlarının, zaten beni izliyor olduğuna emin oldum. Mekânın tenha yerinde, ahşap masada, iri gövdesiyle göz dolduruyordu. Burnumu kırıştırarak ona ilerlemeye başladığımda üzerinde gri renginde boğazlı kazağının olduğunu, saçlarının dağınıkça başının üstünde biriktiğini ve bugün iki tane küpe taktığımı gördüm.
İkisi de sol kulağındaydı.
Soğuk renkli teni, kemikli yüzü, uyku rehavetinden henüz sıyrılmış gözleri ve hemen şimdi parmakları arasında dudağına kıstırdığı sigarasıyla tamamen oydu. Kendime karşısındaki sandalyeyi çektim ve oturduğumda, ellerimi masanın üstünde birleştirdim. Gözleri yörüngeme takıldı, yıldızımı çaldı, kara deliğime yutuldu. Gözleri, esrarengiz olan her şeyin adıydı. Beni, yanına geldiğim, karşısına oturduğum ana kadar eksiksiz izledi. Şeytani bir gülümseme fırlatmasını, gözlerinin parlamasını, bir şeyler sormasını bekledim ama suratında gölgelenen karanlıkla beni izlemeye devam etti. Her zamanki dengesizliklerinden birisi olduğunu düşünerek omuzlarımı silktim. “Neden çağırdın beni buraya? Eğlence olsun diye mi? Daha iki saat önce ayrıldım yanından, şimdi ne diyecek olabilirsin...”
"Mahşer, ben gidiyorum."
Kalbimin kasıldığını hissettim. Hangisine şaşıracağımı bilemedim. Kalbimin kasılmasına mı onun cümlesinin fiiline mi? Genzimi temizledim. "Eve mi? Madem hemen gidecektin beni niye çağı..."
"Gül Dikeni, ben gidiyorum."
Yüzüm ifadesizleşti. "Anlamadım ki."
Beni, yüzümdeki her noktadan ayrı ayrı izledi. Omzunu silkti. "Gidiyorum işte."
Ellerimi kucağıma indirirken, ağzımdaki tadı silmek isteyerek birkaç defa yutkundum. Masaya baktım, tırnaklarıma baktım, tavana baktım, yan masadaki, kızın içtiği demli çaya baktım. Gözlerim ona küstü. "Sevgilinin yanına mı gidiyorsun?"
Güldü, buz gibiydi ama üşümemiştim. Bu soruma cevap vermediğinde dudaklarımın kenarından seyrek bir gülümseme geldi geçti. "Git," dedim sertçe. "Bana neden söylüyorsun ki bunu? Yol orada! Siktir git!"
Ensesini sıvazladı. "Birkaç güne döneceğim."
"Umurumda gibi mi duruyor!"
"Evet!"
Göz göze geldik. Öfkeyle kısılan gözlerimin gördüğü şey hâlâ aynıydı. Duman orada, çelik bir yelek giydirdiği kıdemsiz ağırlıktaki gözleriyle bana bakıyor ve ben sadece nefretle karşılık veriyordum. Ben bir gülden ayıklanan dikenlerden ibarettim ve bakanı, dokunanı acıtıyordum. "Duman, gidebilirsin, bana hesap verme zorunluluğun yok nasıl olsa! Durma, git."
"Sadece birkaç gün," diye tekrar etti ben sormadan. "Sen de bu sırada annenle ilgilenirsin. Sonrasında kaldığımız yerden devam ede..."
"Biz seninle hep yarım kalacağız değil mi?"
"Ne?"
Avazım çıktığı kadar bağırdım. "Siktir git!"
Hiçbir acı hissetmiyor olmam acıyı kabul etmiyor olmamdan dolayı mıydı, bilmiyordum. Sessizlik dakikalar boyu devam etti. Kıs kıs gülmeler, kibirli cümleler, büyük egolar, sarsılmaz duvarlar yoktu. Bir Mahşer, bir Duman vardı. Fazlası yoktu. Sen benim fazlam bile olamadın. Hep yarımım oldun, yarım kalanım oldun. Ve asla tamamlanmayacak olanımsın.
O yerinden kalktığında boş kalan koltuğuna baktım. O yanıma yetiştiğinde de boşalan koltuğuna bakmaya devam ettim. Elini koltuğumun başına koyarak benim hizamda eğildiğinde bile koltuğuna, oradaki boşluğuna baktım. Nefesi ertelenmeyen bir haz misali şakağımdan aşağıya akarak yanağımda süzülürken, dudakları başımın üstüne dayandı. Kalın dudakları yumuşak bir baskıyla saçlarımda sürüklendi ve kulağımın arkasına yetişti. "Benim seni tamamlayacak ömrüm yok," dedi, sesi bir baca dumanı gibi tüttü başımın üstünde. "Eğer olsaydı yemin ederim yapardım. Sen benim, tamamlayamadığım hikâyemsin, sen benim yarım kalanımsın Mahşer."
Yarım kalanım,
Yarına kalanım.
Saçlarıma bıraktığı emare, liseli bir kızın yüreğini hoplatabilirdi ama bugün bu masada oturan kadına yüreğinin yerini bile hatırlatamazdı. Saçlarıma, sayısını bilemediğim kadar çok öpücük bıraktı. Giderken zamanı yanında götürdüğünden olsa gerek durmuş gibi gelmişti zaman. Doğrulduğunda, temasıyla beraber kendini de uzaklaştırdığında, gözlerim masanın üstündeki kül tablasına kaydı. Tablanın içinde bir izmarit ile biraz kül yığını vardı. Uzandım, izmariti avuç içime aldım ve avucumu parmaklarımla saklayarak tırnaklarımı derime batırdım.
Mekânın kapısı kapandığında gittiğini anlayarak gözlerini kapattım ve dudaklarımdan gelip geçen tatsız kahkahayı hissettim. Saçlarım sırtımdan aşağıya dökülürken ensemi koltuğun arkasına yasladım ve gidişinin ardından bir sigara yakmak için cebimdeki pakete uzandım. Ona, sayısını unuttuğum kere sigara yakıyordum. Çakmağın sesini tutuşan sigara takip etti.
Duman... Duman aslında sen...
Yarım kalanım, yanıma yara kalanımsın.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...